Kategoriler
Obezite Obezite Araştırmaları

Şişmanlık Obezite ve Depresyon

Şişmanlık, obezite ve depresyon arasındaki ilişki nedir? Bir araştırma yazısını paylaşacağız… Aşırı kilolu olma hali (şişmanlık) ve obezite kişilerin vücut ağırlığının belirlenen standartların üzerine çıkması sonucu ortaya çıkan problemlerdir. Bu durumlar fiziksel açıdan kalp ve şeker hastalıkları, dolaşım bozuklukları, sindirim problemleri gibi pek çok rahatsızlığa neden olurlar.

obezite_ve_depresyon-4

Şişmanlık olarak nitelendirilen aşırı kilolu olma hali, temelde obezitenin bir alt basamağı olarak ifade edilmektedir. Vücut endeksi 25 – 29 arasında bir değerde olanlar aşırı kilolu, 30 üzerinde olan bireyler obez olarak nitelendirilir. Aşırı kilolu olan kişilerin tedavi edilmemesi, bir sonraki aşamada obeziteye neden olmaktadır.

Obezite, kişilerde fizyolojik problemlere neden olduğu kadar, psikolojik sorunlara da neden olmaktadır. Aşırı kilolu ve obez hastalarda en sık gözlenen sorunların başında depresyon gelmektedir. Bu doğrultuda uzmanların pek çoğu depresyon ile obezite arasında bir ilişkinin varlığından söz etmektedirler.

Obezite ve depresyon arasındaki ilişkiyi ve bu ilişkiye dair faktörleri incelemeden önce, depresyonun ne olduğu ve belirtileri üzerinde durulması gerekir.

Depresyon ve Nedenleri

obezite_ve_depresyon-3

Kişiler, günlük yaşam içerisinde yaşadıkları olayları ve duygu durumlarını algılama düzeylerine göre, sıkıntı ve stres yaşarlar. Kimi zaman iş, kimi zaman ailevi ve çevresel faktörlerle bağlantılı olan bu durumlar, kimi zamanda kişinin kendi iç durumuna bağlı olarak şekillenir. Bu noktada, açığa çıkan depresyon en genel ifadeyle, bireylerin stres düzeylerinin normal düzeyin üzerinde olması ve bu doğrultuda aşırı stres ve sıkıntı yaşamaları olarak tanımlanır.

Depresyon hali yaşayan kişiler, daha öncesinde severek yaptıkları aktivitelerden keyif almamaya başlar. Kişiler normal sayılacak durumlara karşı dahi çok büyük tepkiler gösterebilir ya da önemli olaylara tepkisiz kalabilirler. Yaşadıkları duygusal boşluk durumu ve bunalım, beraberinde sürekli hüzün hali, kendini değersiz görme ve özgüven eksikliği şeklinde kendini gösterir.

Mutsuzluk, hayattan zevk alamama, isteksizlik gibi belirtilerle öne çıkan bir duygu bozukluğu olan depresyonun nedenleri arasında; kalıtsal özellikler, iş değişiklikleri, ölüm, evlilik sorunları ve kişinin kendisiyle ilgili problemleri gibi faktörler yer alır. Yaş, meslek, cinsiyet ya da sosyo kültürel ayrımı gözetmeksizin herkeste görülebilen bu durum, aynı durumda olan bir bireyde görülebilirken, diğerinde görülmeyebilir.

Depresyon, hafif şekliyle beyin fonksiyonlarının genel işleyişinde bir sorun yaratmadığından bireyler normal hayatlarına devam edebilir ve bu durumu ciddiye almazlar. Diğer yandan, duygusal açıdan öfke ve hüznün birleşimiyle kendini yansıtamayan bireylerde zamanla ileri seviyelere ulaşan depresyon, tehlikeli bir hal alacağından tedavi edilmesi gereken bir problemdir.

Depresyonun Şişmanlık ve Obeziteyle İlişkisi

obezite_ve_depresyon-2

Obezite ve şişmanlığın depresyonla olan ilgisi incelendiğinde, ortaya birbirini etkileyen çift yönlü bir etkileşim çıkar. İlk durumda, depresyonda olan bireylerin şişmanlık ve obezite yaşamasını içeren döngü söz konusudur. Bu kişilerin yaşadığı yoğun stres ve kendilerini kötü hissetmeleri,  şeker ve yağ oranı yüksek gıdalara yönelmelerine neden olur.

Bu gıdaların kendilerini rahatlatacağını düşünürler. Sonrasında depresyona bağlı bu yeme bozukluğu kilonun artmasına neden olur. Bu döngü, özellikle erişkin bireylerde daha sık görülen bir durum olmaktadır. Diğer yönüyle obezitenin depresyonu tetiklediği de, gerçekliği savunulan bir diğer sonuç olarak karşımıza çıkmaktadır.

Aşırı kilolu ve obez bireyler, gerek iç dünyaları, gerekse dış uyaranlara verdikleri tepkiler bakımından, daha hassas ve tepkileri daha yoğun olan kişilerdir. Özellikle, aşırı kilo ve obezite varlığında kişilere uygulanan zayıflama baskısı, toplumu farklı bakış açısı ve ayrımcılık yapılması sonucunda, kişilerde kendini beğenmeme ve güvensizlik duygusu açığa çıkar. Bu durum, kilo problemi nedeniyle yoğun bir stres ve sıkıntı yaşamalarına neden olurken, depresyonun ortaya çıkmasına da zemin hazırlar.

obezite_ve_depresyon-6

Obezite ve depresyon arasındaki ilişki çift yönlü olarak kabul edilmektedir. Bu durum, aynı zamanda bir kısır döngü çerçevesinde ilerler. Diğer bir deyişle, bu iki kavramdan birinin ortaya çıkışı diğerinin nedenini oluştururken, zamanla bu iki durum tekrarlayan bir hale dönüşür.

Aşırı kilolu ve obez olan bireyler depresyona yakalandığında, yaşadıkları stres ve kaygı durumundan kurtulmak içi daha fazla yemek yeme isteği duyarlar. Bu durum obezitenin ilerlemesini arttırır. İlerleyen kilo sonucu fiziksel ve psikolojik sıkıntıların artışı ise, bu doğrultuda, depresyonun ileri evrelere ulaşmasına neden olur.

Son dönemlerde ergen ve genç erişkinlerde sıkça görülen obezite – depresyon ilişkisinin varlığı, obezite ile depresyon arasındaki ilişkinin var olduğunu gösterir niteliktedir. Özellikle sosyal hayattan izole bir yaşam içerisinde olan bu kişiler, kendine güven eksikliğinin yanı sıra çekingen ve depresif bir ruh haline sahip bir psikolojiye sahiptirler.

Bu psikolojiye ek olarak, sağlıksız ve düzensiz beslenme alışkanlığı ve fiziksel aktivitelerin yok denecek seviyede azalması ile aşırı kilolu ve obez gençlerin sayısı büyük oranda artmaktadır. Bu durum bize depresyon ve obezitenin yan faktörlerle bağlantılı olarak ilerlediğini gösteren bir kanıt olmaktadır.

Obezite ve Depresyon İlişkisinin Toplumsal Yönü

obezite_ve_depresyon-5

Obezite ve depresyon arasındaki bağlantının ortaya çıkışında pek çok faktör etkili olmaktadır. Bu faktörlerden biri de toplumsal baskı olarak kendini gösterir. Genel anlamda, toplum, aşırı kilolu ve obez kişilere fiziksel görünümlerini işaret ederek dolaylı yoldan yansımalı ayrımcılık göstermektedir. Bu doğrultuda bu ayrımcılığa maruz kalan bireyler fiziksel görünümlerinden dolayı depresyon yaşayabilmektedirler.

Aşırı kilolu ve obez bireylere karşı yapılan toplumsal baskı kimi zaman sosyal ilişkilerde, kimi zaman işe alma süreçleri ve evlilik gibi durumlarda ortaya çıkmaktadır. Bu duruma paralel olarak kişiler uğradıkları ayrımcılık sonucu daha çok içlerine kapanmakta ve yoğun bir mutsuzluk hali yaşamaktadırlar. Devamında ise motivasyonlarını kaybeden bireyler, yoğun bir tükenmişlik duygusu ile depresyon yaşamaktadırlar.

Toplumsal baskının depresyon gelişimine olan etkisi iki yönlü gerçekleşmektedir. Bu anlamda, aşırı kilolu bireylerin yaşadığı baskı depresyonu tetiklerken, bu depresyon durumu, aşırı yeme ihtiyacı yaratarak, obezitenin derecesini arttırmaktadır.

Araştırma Sonuçlarına Göre Şişmanlık, Obezite ve Depresyon

obezite_ve_depresyon-1

Gerek depresyon, gerekse şişmanlık ve obezite, toplum açısından bireylerde hayati tehlike oluşturabilecek ciddi sorunlara yol açan rahatsızlıklardır. Bu açıdan tedavi gerektirirler. Bu gereklilik kapsamında, var olan ilişkinin boyutları ve aradaki ilişki düzeyinin tespit edilmesi amacıyla yapılan çalışmalarda, bu mekanizmayı oluşturan farklı faktörlerin değerlendirmesi yapılmıştır.

Bu faktörler arasında kişinin melankolik halde bulunma eğilimi, asosyal olma, mevcut psikolojik diğer rahatsızlıklar gibi bir potansiyele sahip olup olmadığı, ilaç kullanımları, fiziksel aktiviteye eğilimleri ve beslenme alışkanlıkları yer almaktadır.

Araştırma sonuçları farklı yaş, cinsiyet ve vücut ağırlığına sahip bireyler üzerinden elde edilen istatiksel sonuçların bir göstergesidir. Bu anlamda, riskin belli bir grup dâhilinde değil, tüm hastalar açısından büyük risk oluşturduğuna işaret etmektedir.

Bu yönde yapılan araştırmalar, depresyon ve obezite arasında doğru orantılı bir ilişki olduğunu göstermektedir. Bu araştırmalarda iki durumun birbirini tetiklediği görülürken. Depresyona bağlı obezite riskinin tam terci duruma göre %5’ lik bir oranda daha fazla görülmesi çıkan sonuçlar arasındadır.

Bunun yanı sıra, aşırı kilo ve obez bireylerin depresyona yakalanma haliyle ilgili yapılan incelemelerden çıkan sonuçlar, obezite ve depresyon arasındaki ilişkinin, aşırı kilo haline göre çok daha güçlü olduğunu ortaya koymaktadır. Ek olarak, obez bireylerde ciddi psikiyatrik problemlerin ortaya çıkışının aşırı kilolu kişilere göre daha fazla risk içerdiği de öne çıkan çarpıcı sonuçlar arasında yer almaktadır.

Depresyon ve obezite arasında çift yönlü bir ilişki olabileceği savunulmakta olup, bu doğrultuda aşırı kilolu ve obez bireylerin yer aldığı her iki grubunda ruh halinin izlenmesi gerekir. Bu izleme sonucunda bireylerin yaşadığı yükler azaltılabilirken, aynı zamanda olası risklerin önlenmesi, risk durumunda da erken teşhis ve tedavi süreçlerinin daha etkin yürütebilmesi söz konusu olmaktadır.

Diğer yandan, aşırı kilolu ve obez bireylerin tedavi süreçlerinde depresyon varlığının değerlendirilmesi ve tedavi süreçlerinde depresyon tedavisiyle eş zamanlı çalışmalar yürütülmesi gerekir. Kişilerin hem fiziksel hem de psikolojik yönden iyileşmelerini sağlayacaktır.

Kaynak: http://archpsyc.jamanetwork.com/article.aspx?articleid=210608

Kategoriler
Obezite Araştırmaları

Obezitenin İlaçla Tedavisi

Obezitenin ilaçla tedavisi mümkün mü? Obezitenin ilaçla tedavisi hakkında hangi gelişmeler var? Tek başına ilaçla tedavi yeterli mi? Sorularına cevap aradığımız bir yazı.

Obezite, temel olarak vücut ağırlığının belirlenen standartların üzerinde olması olarak tanımlanır. Bu durum sadece fiziksel bir görünüm sorunu olmasının ötesinde, aynı zamanda pek çok fiziksel sorunun ortaya çıkışını hızlandıran bir rahatsızlığı ifade eder.

obezite_icin_uzun_sureli_ilac_tedavisi-1

Obezite tedavisi, temelde kişinin kararlı olması ve bu kararlılık doğrultusunda bu hastalığı yenme isteğiyle şekillenir. Bu anlamda obezite tedavisi bireylerin fizyolojik ve psikolojik çabasının birlikte uyumuyla mümkün olur. Obezite tedavisi, hastalığın gidişatı ve ilerleyişine göre, kimi zaman uzun süreli devam etmesi gereken bir süreci kapsar. Öyle ki, obezite tedavisine konu pek çok yöntemin kişiler tarafından hayat boyu benimsenmesi, tedavinin olumlu etkileri doğrultusunda kaliteli ve sağlıklı bir yaşam biçimine kavuşmaya yardımcı olur.

Obeziteye karşı uygulana tedavilerde amaçlanan, vücut ağırlığında gözle görülür oranda bir düşüş sağlamak ve obezitenin sebep olabileceği sağlık risklerini en aza indirgemektir. Yanı sıra, kişilerin yeterli ve dengeli bir beslenme alışkanlığı kazanması ve bu yönde daha kaliteli ve sağlıklı bir yaşam sürmesi de obezite tedavisinin temel odak noktaları arasında yer alır. Bu anlamda, obezite tedavisi her anlamda zorunlu olan ve hastaya pek çok açıdan yarar sağlayan bir süreci kapsar.

Obeziteyi yenmek konusunda en önemli ve destekleyici faktör sabırdır. Hastaların uzun sürecek bir tedavi süreci başlangıcında sabır göstermeleri, devam etmeleri gerektiğini bilmeleri ve bu yönde gerekli motivasyona sahip olmaları gerekir. Yanı sıra, daha önceki yaşamları içerisinde edindikleri beslenme alışkanlıklarını geride bırakmaları sonucunda yaşayacakları açlık hissine karşı dayanıklılık göstermeleri de yine bu motivasyonla ilişkilidir.

Obezite Tedavisinde Kullanılan Yöntemler ve İlaç Tedavisi

obezite_icin_uzun_sureli_ilac_tedavisi-4

Obezite tedavisinde pek çok farklı yöntem kullanılmaktadır. Bu yöntemler, diyet – beslenme tedavileri, egzersiz, yaşam biçimin, değiştirme, ilaçla tedavi ve cerrahi müdahale olarak gruplandırılır. Obezite tedavisinde kullanılan bu yöntemler, her ne kadar kendi içerisinde gruplara ayrılsa da, çoğunlukla bir arada kullanılması halinde olumlu etkilerini görmek mümkündür. Özellikle son çare olarak görülen cerrahi müdahale öncesindeki tedavi yöntemleri uzmanlar tarafından dengeli ve uyumlu bir birliktelik oluşturacak şekilde bir arada uygulanır.

Obezite için ilaç tedavisinin kullanılmasındaki temel amaç hastaların sağlığını ve yaşam kalitesini geliştirmektir.  Bu tedavi genelinde hedeflenen bazı noktalar söz konusudur. Bu noktalardan ilki istenen kilo kaybına ulaşmak ve bunun devamlılığını sağlamaktır. Bununla beraber, obezitenin yol açtığı diğer hastalıkların risklerini azaltarak, tedavi süreçlerine de destek olmak bu tedavinin hedefleri arasında yer alır. İlaçla tedavi sürecinde obezite problemi yaşayan hastalarda başlangıçta ortalama 1 – 2 kilo ile başlayan ve bunu belli yüzdeler dâhilinde devam ettirmeye yönelik bir medikal süreç söz konusudur. Bu süreç hastanın ömür boyu sürecek dengeli bir program hailinde ve uzun vadede hedeflenen başarıya ulaşmasıyla ilişkili olarak devam ettirilir.

İlaç tedavisine başlanması konusunda karar verme aşaması, obezite varlığının hastanın genel sağlığı ve mevcut risklerle bağlantısına göre değerlendirmeler göz önünde bulundurularak gerçekleşir. Bu noktada ciddi risklerin söz konusu olması ilaç tedavisinin diyet ve egzersiz gibi tedavilerle desteklenmesi durumunu gerektiriyorsa, program bu yönde hazırlanır ve uygulanır.

Araştırmalar Ne Söylüyor?

obezite_icin_uzun_sureli_ilac_tedavisi-2

Obezitenin tedavisinde kullanılan yöntemlerden biri olan ilaçla tedavi ile ilgili yapılan pek çok araştırma bulunmaktadır. Bu araştırmalar dâhilinde kişilerin uzun süreli ilaç tedavileri ile obeziteyi yenip yenemeyecekleri araştırılmış ve farklı yönlerden sonuçlar elde edilmiştir.

Bu araştırmalar doğrultusunda belirli vücut ağırlıklarına sahip kişilere uygulanan ilaç tedavileri ve bu ilaçların bünyelere göre oluşturduğu değişiklikler gözlemlenmiştir. Yanı sıra bu araştırmalar dâhilinde, obezite tedavisinde kullanılacak ilaçların etkilerine dair sonuçlar da gözden geçirilmiştir. Bu araştırmalar kimi zaman tek bir ilaç üzerinde yoğunlaşırken, vücudun genel işleyiş sistematiğine uygun ilaç kombinasyonlarının etkisi de göz önünde bulundurulmuştur.

İlaçların obezite üzerindeki etkisinin varlığı ve derecesi konusunda yapılan araştırmalar farklı yaş, cinsiyet ve yaşam tarzlarına yönelik gruplarda seçilmiştir. Obezite tedavisinde uzun süreli ilaç tedavisine ilişkin araştırmalar sonucunda ilaçların farmakolojik etkilerinin yanı sıra psikolojik etkilerinin de olduğu ortaya çıkmıştır. Bu bakımdan ilaçla tedavi sürecinde plasebo etkisinden söz etmek mümkündür. Özellikle ilaçla tedavinin başarılı olacağına yüksek inanç gösteren kişiler de plasebo etkisiyle kilo kaybı gözlemlenmiştir.

Obezite tedavisinde farklı yöntemler kullanılsa da, bu yöntemlerin tek başlarına yeterliliği tartışılır durumdadır. Bu doğrultuda obez hastaların diyet ve egzersiz yanında yaşam şekillerini tamamen değiştirmeleri kilo vermelerini sağlasa da bekledikleri sonuç için yeterli olmayabilir. Bu noktada mevcut değişikliklere ek uygulanan ilaçlar, daha hızlı ve kalıcı kilo vermeyi sağlar. Fiziksel ve psikolojik faktörler göz önünde bulundurularak belirlenen santral etkili bu ilaçlar, adrejenik ve dopamienerjik reseptörleri uyararak iştahın azalmasını sağlar.

Obezite tedavisinde uzun süreli ilaç kullanımına ilişkin klinik araştırma sonuçları, tedaviye dair onaylanmış ilaçlar, yaşam tarzı değişikliği ile birlikte kullanıldığında gözle görülür kilo kayıpları gözlendiğini ortaya çıkarmıştır. Bu durum ilaçların farmakolojik etkilerine bağlı kilo kaybının yanı sıra, plasebo etkisine bağlı olarak oluşan psikolojik bir süreç dâhilinde kilo kayıplarını da içermektedir. Ayrıca, görülen bu plasebo etkisi hedefe ulaşma noktasında tedavinin başarısını arttırmaktadır.

Diğer yandan ilaç kullanımı tek taraflı olarak kullanıldığına kilo kayının bir süre sonra daha az oralarda olması hastaların ilaç düzenini terk etmelerine yol açabilmektedir. Ek olarak vücut ağırlık oranı ve obezitenin ilerleme derecesine göre bu tedavi yönteminin etkisi tam olarak gözlenemeyebilir. Bu nedenle sadece ilaçla tedavi ile usun süreçte beklenen sonucu almak çoğu zaman yeterli olmaz.

İlaçla tedavide gözlenen bir diğer durum, ilaç ve yaşa düzen, değişikliği beraberinde hastalarda fark edilen iyileşme süreci olmaktadır. Obezite hastalarında kilo kaybına paralel olarak diyabet, kalp vb. kardiyovasküler hastalıklara yönelik risklerin büyü ölçüde azaldığı görülmüştür.

İlaçla Tedavi ile Obeziteyi Yenmek Mümkün mü?

obezite_icin_uzun_sureli_ilac_tedavisi-3

Genel olarak yapılan pek çok araştırma ilaçla tedavinin, obezite hastalarında kilo kaybını sağladığını gösterir. Diğer yandan obeziteyi tam anlamıyla yenmek ilaçla tedavinin diğer tedavilerle desteklenmesi ile mümkün olmaktadır Bireyler düzenli beslenme ve egzersiz rutinine sahip olmaları doğrultusunda ilaçla tedaviye devam ettiklerinde hem daha hızlı hem de kalıcı kilo kaybına ulaşabilirler.

Bu doğrultuda, obezite tedavisinde hedeflenen başarıya ulaşılması hastaların ilaç tedavisi beraberinde tıbbi açıdan dengeli bir beslenme tedavisi ve kişiye özel egzersiz planını devam ettirmesi ile gerçekleşir. Ayrıca tüm bu süreçte düzenli olarak kontrollerin devam etmesi de daha doğru ve değişimleri takibi açısından faydalı olacaktır. Tedavi başarısında öne çıkan bir diğer konu da hastanın motivasyon ve tedaviye olan inancı olarak karşımıza çıkar.

Yukarıda bahsi geçen plasebo durumu da bu noktada öne çıkmaktadır. Tedaviyi gerçekten isteyen ve bu doğrultuda başarı sağlayacağı psikolojisine sahip kişilerde gerek ilaçla tedavinin sürekliliği, gerekse beslenme ve egzersizin yer aldığı yaşam değişikliği söz konusu olacağından, tedavi tam anlamıyla uygulanabilir. Bu sayede de obezite tedavisinde etkili, uzun süreli ve gözle görülür sonuçlar elde edilir.

Obezite tedavisinde ilaçlar genel olarak hafif ve orta derece vücut ağırlığına sahip bireylere kullanılmaz. İleri derece obezite problemi yaşayanlar için seçilen ilaçların kişinin vücut metabolizması ve işleyişine uygun olacak etkinliğe sahip olması, kıza ve uzun vadedeki yan etkileri ve bağımlılık yapmaması gibi özelliklere dikkat edilmelidir.

Diğer yandan obezite tedavisinde kullanılabilirliği onaylanmış obezite ilaçlarının tercih edilmesi de hem doğru, hem de etkin kullanım sağlar. Ayrıca bu ilaçların mutlaka uzman bir doktor tavsiyesi ve kontrolünde kullanılması büyük önem taşır.

Kaynak: http://jama.jamanetwork.com/article.aspx?articleid=1774038

Kategoriler
Obezite Obezite Araştırmaları

Şeker Endüstrisi ve Kalp Hastalıkları

Şeker endüstrisi ve kalp hastalıkları hakkında detaylı bir yazı… Kalp hastalıkları, günümüzde halen geçerliliğini koruyan ve kalp damar rahatsızlıklarından ritm bozukluklarına, dolaşım bozukluklarından kalp krizine pek çok hastalığı tetikleyen ve ani ölümlere neden olan rahatsızlıklardır.

Bu noktada, yanlış beslenme düzeni, sigara ve alkol tüketimi ve hareketsizlik gibi pek çok faktör koroner kalp ve damar hastalıklarının risk faktörleri arasında gösterilmektedir. Koroner kalp rahatsızlıklarının ortaya çıkışını hızlandırdığı söylenen faktörler arasında temelde tartışılan iki olgu söz konusudur. Bunlar doymuş yağlar ve şeker tüketimidir. Doymuş yağ tüketiminin zararlı olduğunu savunanlar, bu yağ asitlerinin kolesterolü arttırarak kalbe zarar verdiğini öne sürerken, farklı görüşler ise kalbin en büyük düşmanı olarak şeker tüketimini göstermektedir.seker_endustrisi_ve_koroner_kalp_hastaligi-1

 

Kalp Rahatsızlıkları Risk Faktörleri

1950’li yıllarda koroner kalp rahatsızlıklarına bağlı ölümlerin artışı, kolesterol, fite steroller, aşırı kilo alımı ve obezite, amino grup asitler, yağlar, karbonhidratlar ile vitamin ve mineraller de dâhil pek çok besin grubunun kalp üzerindeki risk durumu araştırılmaya başlanmıştır. Bu araştırmalar ışığında öne çıkan faktörler, ilk yapılan araştırmalar dâhilinde, daha çok doymuş yağlar ve kolesterol dengesiyle ilişkili olmuştur.

Yanı sıra, doymuş yağ tüketimin kolesterolü yükselttiği tezi ortaya atılmış ve kişilerin doymuş yağ içeren gıda maddelerinin tüketimini kısıtlayarak kolesterol düzeyini dengede tutabilecekleri ve bu sayede koroner kalp rahatsızlıklarından korunabilecekleri savunulmuştur.  Daha önceleri kalp hastalıklarının nedeni olarak yağ ve zararlı alışkanlık kullanımının birincil planda tutulması ve buna hareketsiz yaşamın eklenmesi açısından, şekerin yol açtığı zararlar geri planda kalmıştır. Koroner kalp hastalıkları konusunda şekerin risk faktörü oluşturduğu tezi ise sonraki yıllarda öne çıkan bir bulgu halini almıştır.

seker_endustrisi_ve_koroner_kalp_hastaligi-2

Doymuş yağ tüketimine bağlı kolesterol yüksekliğinin koroner kalp hastalıklarını desteklediği daha çok şeker endüstrisini destekleyen çalışmalarda öne çıkar. Oysa bu endüstriden bağımsız çalışmalar, şekerin bahsi geçen kalp rahatsızlıkları üzerinde çok daha ciddi risk oluşturduğunu göstermektedir.

1960’lı yıllarda öne atılan tezlerin geçerliliğine yönelik devam eden çalışmalar sonucunda, 1980’li yıllarda şeker ve şeker içeren gıda maddelerinin koroner kalp hastalıklarına neden olduğu görüşü daha da önem kazanmaktadır. Sonrasında, şeker tüketimine bağlı rahatsızlıklar daha çok inceleme konusu olmuştur.  Bu doğrultuda, şeker endüstrisinin, şeker ve şeker türevi gıdaları olumlu gösteren ve şekeri faydalı kılan promosyon ve satış kampanyalarını göz ardı eden araştırmalara ağırlık verilmiştir.

Şeker Endüstrisinin Araştırmalardaki Rolü

seker_endustrisi_ve_koroner_kalp_hastaligi-5

Şeker endüstrisi, gerek pazar payı, gerekse mevcut tüketimde hedeflenen ve arzu edilen satış hacmi doğrultusunda koroner kalp rahatsızlıklarının nedeninin ya tüketimi ve kolesterol olduğunu savunmaktadır.  1950li yıllardan bu yana yapılan çalışmalar, bu anlamda şeker endüstrisi kurucuları ve yöneticileri ve karşıt görüşteki bilim adamlarının tartışmaları ışığında giderek farklı bir hal almıştır.

O dönemlerde şeker endüstrisi kurucuları, yağ tüketiminin azaltılmasının genel sağlık ve beraberinde kalp sağlığını koruyacak doğru kolesterole kavuşmak için gerekli olduğu savunmuşlardır. Bu anlamda, şeker tüketiminin kişilerin günlük hayat içerisinde ihtiyaç duydukları enerjiyi sağladığını ve bu anlamda vücuda fayda sağladığını ifade etmektedirler.

Son dönemlerde ortaya çıkan belgeler, 1960’lı yıllarda şeker endüstrisi içerisinde yer alan şirketlerin bilim adamlarına araştırma bulgularında değişiklik yapılması yönünde para ödediğini ve bu doğrultuda koroner kalp hastalıklarının asıl sebebinin doymuş yağlar olarak gösterdiklerini ortaya çıkarmıştır. ABD Şeker Derneği olarak bilinen bu kuruluşun ortaya attığı görüşler bugün bilen halen bazı çevreler tarafından savulsa da, temelinde ticari kaygılar neticesinde savunulduğu düşüncesi daha ağır basmaktadır.

Ödeme yapıldığı iddia edilen bilim adamları tarafından şeker ve kalp hastalıkları arasında bir bağlantı olmadığı tespit edilmiş ve kalp hastalıklarının esas sebebinin doymuş yağlar olduğunun gözlemlendiği belirtilmiştir. Oysa yapılan araştırmalarda, şeker ve doymuş yağ yönünden azaltmış oranlarla diyet yapan bireylerin karşılaştırılması sonucu, şeker tüketimin vücut iyileşmesine çok daha çabuk etkiler sağladığını göstermektedir.  Diğer yandan, diğer görüşler ise, sükroz ve sakaroz içeriğine sahip besin maddelerinin kandaki kolesterol seviyesine etkisinin büyük olduğunu ve bu açıdan koroner kalp rahatsızlıklarına neden olduğu görüşünü sunmuşlardır.

seker_endustrisi_ve_koroner_kalp_hastaligi-3

Şeker konusunda endüstri otoriterlerinin savundukları bir diğer olgu, şekerin gerek enerjiyi sağladığı ve bu açıdan insan yaşamının gerekliliğini ve devamlılığını sağlayacak enerjiyi sağladığı yönündedir. Oysa yapılan ek araştırmalar ve beslenme uzmanlarının görüşleri, vücudun ihtiyaç duyduğu enerjiyi temel olarak karbonhidratlardan sağladığı ortaya çıkmıştır.

Bu anlamda, gerek normal ve sağlıklı bir beslenme düzeni içerisinde, gerekse diyet programlarında şeker ve şeker içerikli besinlerin en az gerekli gıda maddeleri olduğu, pek çok sağlık kuruluşunca kabul edilen bir görüş olarak geçerlilik kazanmıştır.

Geçmiş dönemlerde yapılan araştırmaların aksine, bilim adamları, beslenme uzmanları ve doktorların birçoğu şekerin kalp hastalılarına neden olduğu görüşünde birleşmektedir. Şeker içeriği yüksek rafine karbonhidratlar ve şekerli içecekler ile tatlandırıcı maddelerin kalp hastalıkları için büyük risk oluşturduğu da ifade edilmektedir.

Diğer yandan şeker endüstrisinin satış hacmi ve ticari kazanç amacıyla baskı kurarak bilimsel çalışmalara olan müdahalesinin bugün pek çok alanda halen devam ettiği de aşikârdır. Bu anlamda uzmanalar, endüstriler tarafından yürütülen ya da desteklenen bilimsel araştırmalarının doğru ve tarafsız verileri yansıtmadığı ve bu verilere tam anlamıyla güvenilmemesi gerektiğini söylemektedir.

Kalbin Düşmanı Şeker mi Doymuş Yağlar mı?

Yağ – şeker kolesterol üçlüsü ve koroner kalp hastalıkları arasındaki ilişki günümüzde halen farklı görüşlerle incelenmeye ve tartışılmaya devam etse de pek çok görüş şekerin kalp açısından oldukça zararlı bir gıda olduğunu ve bu gıdaların kalbi savunmasız hale getirdiği ortaya çıkmıştır.

Çalışmalar sunucu yüksek sakaroz tüketimi ile koroner kalp hastalıkları arasında pozitif bir ilişki olduğunu göstermektedir. Bunun yanı sıra şekerin ana bileşeni sükroz sağlıklı bir insan vücudundaki kolesterol ve trigliserid seviyesini arttırdığı da gözlenmiştir. Bu durumda yine koroner kalp hastalıklarına karşı şekerin ciddi bir risk faktörü oluşturduğunu gözler önüne sermektedir.

seker_endustrisi_ve_koroner_kalp_hastaligi-4

Geçmiş dönemlerde başlayan ve bugüne kadar süregelen araştırmalar, koroner kalp hastalıklarının temel risk faktörünün rafine şeker ve şeker içerikli içecek ve yiyecekler olduğunu göstermektedir. Yağ tüketimi ise doğrudan bir etkiye sahip değildir. Diğer yandan, doymuş yağ oranlarının yüksek kolesterole olan etkisi göz önünde alındığında çoklu doymamış yağların doymuş yağlara alternatif olabilecek çeşitliliğe sahip olması ve kolayca bulunabilir olması da bu anlamda düzenli ve sağlıklı bir beslenme dengesi oluşturmak açısından fayda sağlamaktadır.

Şeker tüketimi dolaylı olarak ta koroner kalp hastalıklarını tetiklemektedir. Şeker tüketimi sonucu vücutta salgılanan insülin miktarı, fazla tüketimde çok daha fazla olmaktadır. Gereken insülin ihtiyacını karşılamak için daha fazla enerji harcayan vücutta kan şekeri hızlı bir şekilde düşer.

Sonuçta da çok daha fazla ve sık açlık hissi ortaya çıkar. Devamında ortaya çıkan obezite ile koroner kalp hastalıklarının ortaya çıkışını hızlandırır Yapılan araştırmalara obezite problemi yaşayan kişilerin kalp krizine yakalanma oranlarının çok daha fazla olduğunu göstermektedir.